Son Paylaşımlar

Kaşıma, kaşıntıyı nasıl gideriyor?


Bilim insanları kaşıma eyleminin omurilikteki kaşınma hissini ileten sinirlerin etkinliğini durdurarak kaşınma hissini azalttığını ortaya çıkardı. Ancak bu etki sadece kaşıntı durumuyla sınırlı, başka zamanlardaki kaşıma eylemi aynı etkiyi yaratmıyor.

Kaşımanın kaşıntıyı azalttığı yaygın olarak bilinmekle birlikte bunun altında yatan fizyolojik mekanizmalara ilişkin çok az şey biliniyor. Daha önce yapılan araştırmalar omuriliğin belirli bir bölgesinin (spinotalamik yol) bu olayda önemli bir rol oynadığına, deriye kaşındırıcı maddeler uygulandığında bu bölgedeki sinirlerin etkinleştiğine dair bulgular ortaya koymuştu. Primatlar üzerinde yapılan son araştırma, deriyi kaşımanın kaşıntı sırasında spinotalamik yoldaki sinir hücrelerinin etkinliğini durdurduğunu ve böylece sinyallerin kaşınan bölgeden beyne ulaşmasını engellediğini gösterdi.

Araştırmacı Dr. Glenn Giesler bu çalışmanın ilk defa kronik kaşıntıyı azaltmaya yönelik çözümler bulunmasına katkıda bulunacağını umduğunu, ancak bu olayın altında yatan kimyasal mekanizmalarla ilgili daha fazla bilgi gerektiğini söylüyor. Kuzey Carolina’daki Wake Forest Üniversitesi’nden kaşıntı üzerine uzman olan Profesör Gil Yosipovitch, çalışmayı potansiyel olarak dikkate değer buluyor; çalışma henüz çok temel seviyede olsa da ileride kronik kaşıntıyı önlemek için deriye zarar vermeden mekanik uyarı ya da ilaçlar yardımıyla kaşıma hissi uyandırabilecek metotlar geliştirilebileceğini söylüyor. Yosipovitch’e göre yanıt bekleyen en önemli soru, kaşıma eyleminin kaşıntıyı artırdığı kronik kaşıntı durumlarında neler olduğu. University College London’daki Bilişsel Nöroloji Enstitüsü’nden Dr. Paul Bays de bu çalışmanın kaşıntı hissinin nasıl azaldığına ilişkin önemli bir fizyolojik açıklama sağladığı görüşünde. Ancak kaşımanın neden bu etkiyi göstermesi gerektiğinin, ayrıca bu etkinin neden sadece kaşıntı hissi için geçerli olup da beyne aynı yoldan iletilen acı hisleri için geçerli olmadığının hâlâ anlaşılamadığını belirtiyor.

Deniz yıldızları nasıl beslenir?

Yakalayabildikleri her türlü deniz canlısıyla beslenirler. Büyük bir kısmı etçil olarak beslenir. Salyangoz, kabuklu, poliket, diğer derisidikenliler, dibe çökmüş ölü hayvanlar gibi hemen her şeyi yerler. Bunun yanında, Porania ve Henricia türleri dip çamurunu süzerek ve planktonlarla beslenir. Bunlarda besin vücut yüzeyine temas ettiğinde yapışkan özellikteki mukusa yapışır. Buradan siller yardımıyla ağza getirilir. Sünger ve hidroyit polipler üzerinde yaşayanlar da vardır Büyük besinlerle beslenenler, avları yutulamayacak kadar büyükse, av vücut dışında sindirilir. Bunun için mide vücut kaslarının kasılmasıyla iç kısmı dışarı dönerek ağızdan dışarı çıkıp avı sarar ve sindirir. Sindirim bittikten sonra çekici kasların kasılmasıyla tekrar vücut içine alınır...

Kemanın yayları ne ile yapılır?


Keman yayları kedi bağırsağından yapılmaz, hiçbir zaman da yapılmamıştır.

Bu efsane Ortaçağ İtalyan keman ustalarının, enstrümanları için iyi tellerin koyun bağırsağından elde edildiğini keşfetmeleriyle başladı. Kedi öldürmek çok korkunç bir uğursuzluk getirdiğinden, icatlarını korumak için herkese telleri kedi bağırsağından yaptıklarını söylediler.

Koyun bağırsağından yapılışının efsanesi

Efsaneye göre, Abruzzi dağının Pescara yakınındaki köyü Salle'de, Erasmo adında bir eyerci bir gün kuruyan koyun bağırsağının arasından esen rüzgarın sesini duymuş ve bunun Rönesans kemanı olarak bilinen eski bir keman türü için iyi bir tel olabileceğini düşünmüş.

Salle 600 yıl boyunca keman yayı üretiminin merkezi haline geldi ve Erasmo yay yapanların koruyucu azizi olarak kutsandı.

1905 ve 1933'teki kötü depremler Salle içindeki endüstriyi sona erdirdiyse de dünyadaki lider yay üretici firmalarından ikisi -D'Addario ve Mari- hâlâ Salle'li ailelerce işletiliyor.

1750'ye kadar tüm kemanlarda koyun bağırsağından yapılmış yaylar kullanıldı. Bağırsağın hayvandan henüz ılıkken çıkarılması ve yağ ve pislikten arındırılıp soğuk suya batırılması gerekir. En iyi kısımları şeritler halinde kesilir ve istenen kalınlıkta bir yay elde edilene kadar kıvırıp çekiştirilir.

Günümüzde de koyun bağırsağı kullanılıyor mu?

Her ne kadar keman meraklılarının çoğu bağırsaktan yapılan telin en yumuşak sesi verdiğini düşünüyorsa da, günümüzde yay yapımında bağırsak, naylon ve çelik karışımı kullanılmaktadır.

Çamur at izi kalsın

Richard Wagner nefret ettiği Brahms'ın itibarını sarsmak için berbat bir dedikodu yaydı. Brahms'ın Çek besteci Antonin Dvorak'tan "Bohemlere özgü serçe katleden bir yayı" hediye olarak kabul ettiğini iddia etti. Sözde, Brahms bu yayla Viyana tarzı evinin penceresinden gelip geçen kedilere rastgele atışlar yapıyormuş.

Wagner şöyle devam etti: "Zavallı hayvanları vurduktan sonra aynı alabalık avlayan bir balıkçı edasıyla ipini sararak odasına çekiyormuş. Sonra da kurbanlarının son nefeslerini verirken inlemelerini şevkle dinleyerek ante mortem (ölüm öncesi) gözlemlerini defterine not ediyormuş."

Wagner, Brahms'ı hiç ziyaret etmedi ya da evini hiç görmedi; böylesi bir "serçe yayı"nın bırakın Dvorak tarafından hediye edilmesini, varolduğuna dair herhangi bir kayıt bile yok gibi görünüyor.

Kediler diğer tüm türler gibi sessizlik içinde ölmeye eğilimlidir. Buna rağmen, bu kedi öldürme söylentileri Brahms'ın üzerine yapışmış ve bu iddia gerçekmiş gibi birçok biyografide tekrar edilmiştir.

İnsanlar neden çilli olur?

Bazı kimselerin niçin çilli olduğunu gereği gibi açıklayabilmek için, önce cilde renk veren şeyin esasını öğrenmeliyiz. İnsan cildinin (derisinin) belirli bir rengi almasındaki en önemli unsur, değişik ırklardan kişilerde melanin miktarındaki farklılıktır. Başka türlü söylemek gerekirse ,melanin miktarının farklılığı insanlarda derinin başka başka renklerde olması bakımından en önemli rolü oynar. Hayatın ilkel, alt tabakadan örneklerinde ,kertenkelelerin ve belirli bazı balıkların renk değiştirebilmeleri melanin sayesinde olur. Buna karşılık, melanin insanlarda sadece tenin rengini belirlemekle kalmaz. Uzun süre güneş altında kalmanın çok zararlı etkilerine karşı da koruyucu görevi ve işlevi (fonksiyonu) vardır. Melanin, epiderminin en alt tabakası boyunca yayılmış özel hücreler tarafından üretilir. Bildiğimiz gibi.epidermi derimizin ince dış kesimidir. Melanin üreten özel hücreler "melanosif" ler diye adlandırılır. Bütün bu açıklamalardan sonra, şimdi "çil" in ne olduğu sorusuna gelmiş bulunuyoruz. 

Çil,sözkonusu hücrelerin,yani melanositlerin belirli kesim ve noktalarda yoğun bir şekilde guruplaşmış bulunmasının sonucudur. Zaten çillerin sarımsı kahverengi olması da bu nedenledir. Melanin pigmentleri (renk verici maude) sarımsı kahverengidir. Burada karşımıza başka bir soru çıkıyor. Neden bazı insanlar çillidir de, çoğunluk çilli değildir? Bunun cevabını soyaçekim'de aramak gerekir.Bizim çilli ya da çilsiz olmamız,anne ve babalarımızın durumlarıyla, görünüşleriyle belirlenen bir şeydir.
İnsanlardaki çillerin rengi (aslında onların yapısındaki melanin rengi), altın renginden koyu kahverengine kadar değişiklikler gösterebilir. Bu durum, sözkonusu kimsenin cildinin güneşe ve ısıya maruz kalmasının derecesiyle ilgilidir. Güneş ışınları çillerin rengini, koyulaştırmaktan başka, yeni melanin oluşumuna da zemin hazırlar. Bir başka deyişle, güneş ışığı yeni ve bol melanin yaratır. Melanin miktarı yoğunlaştıkça cildin renginin koyulaşacağıda tabii bir şeydir, İşte bu nedenle, tropik bölgelerde devamlı ve şiddetli güneş ışınlarına maruz kalanların tenlerinin rengi koyudur. Beyaz tenli kimseler yaz aylarında "güneş altında yanmakla",gerçekte melanin'in çoğalması sonucu esmerleşmektedirler. Aynı şekilde,kapalı yerlerde uygulanan ultra-violet ışınları da tenin güneş altında kalmışcasına yanıp esmerleşmesini sağlayacaktır. Özetlemek gerekirse,farklı miktarlarda olmak suretiyle insanın cildinin rengini belirleyen melanin aynı zamanda bazı insanlardaki "çil" lerin de nedeni ve kaynağıdır.

Sigaranın zararları ve içindeki maddeler!

Sigara dumanının içeriğinde 4000 den fazla kimyasal madde bulunur. Bunların hemen hepsi insan sağlığına zara veren zehirli kimyasallardır.Bu gerçeği öğrendikten sonra sigaradan ve içilen ortamlardan uzak durma konusunda daha hassas olmalıyız. Aşağıda sigara dumanında bulunan binlerce kimyasaldan bazıları yer alıyor:
  • Acrolein 60-100 µg
  • Acetone 100-250 µg 
  • Ammonia 50-130 µg 
  • Anatabine 2-20 µg
  • Acetic acid 330-810 µg
  • Aniline 360 ng
  • Benezene 12-48 µg
  • Benzoic acid 14-28 µg
  • 4-aminobiphenyl 4.6 ng
  • 1,3-butadiene 69.2 µg
  • -butyrolactone 10-22 µg
  • Benz[a]anthracen 20-70 ng
  • Benzo[a]pyrene 20-40 ng
  • Cadmium 110 ng
  • Cholesterol 22 µg
  • Carbon monoxide 10-23 mg
  • Carbon dioxide 20-40 mg
  • Carbonyl sulfide 12-42 µg
  • Catechol 100-360 µg
  • Dimethylamine 7.8 -10 µg
  • Formaldehyde 70-100 µg
  •  Formic acid 210-490 µg 
  • Glycolic acid 37-126 µg
  • Harman 1.7-3.1 µg
  • Hydrogen cyanide 400-500µg
  • Hydrazine 32 ng
  • Methylamine 11.5 - 28.7 µg
  •  Hydroquinone 110-300 µg
  • Lactic acid 63-174 µg
  • Methyl chloride 150-600 µg
  • methylpyridine 12-36 µg
  • N-nitrosonornicotine 200-3000 ng
  • N,nitrosodiethanolamine 20-70 ng
  • NNK 100-1000 ng
  • N-nitrosodiethylamine 25 ng
  • N-nitrosopyrrolidine 6-30 ng
  • 2-naphthylamine 1.7 ng
  • Nitrogen oxides 100-600 µg
  • N-nitrosodimethylamine 10-40 ng
  • Nickel 20-80 ng 
  • Nicotine 1.0-2.5 mg
  • Particulate matter 15-40 mg
  • Phenol 60-140 µg , 
  • Polonium-210 0.04-0.1 pCi , 
  • Pyridine 16-40µg
  • Quinoline 0.5-2 µg
  • Succinic acid 110-140 µg
  • Toluene 100-200 µg 
  • 2-toluidine 160 ng
  • 3-vinylpyridine 11-30
  • Zinc 60 ng

Bir günün uzunluğu ne kadardır?

Bu değişken bir şeydir. Bir gün, dünyanın kendi etrafında bir yöne doğru yaptığı bir tam turdur. Bu asla tam olarak 24 saat sürmez. Elli tam saniye kadar daha hızlı ya da daha yavaş olabilir. Bunun nedeni dünyanın dönüş hızının, gelgitlerin neden olduğu sürtünme, hava şartlan ve coğrafi olayların etkisiyle sürekli değişiyor olmasıdır.

Bir yıl boyunca, ortalama bir gün, 24 saatten saniyenin çok küçük bir dilimi kadar daha kısadır.

Atom saatleri bu sapmaları kaydedince, şimdiye kadar güneş gününün tanımlı bir bölümü olan saniye birimini (yani günün seksen altı bin dört yüzde biri olarak belirlenen süre) yeniden tanımlama kararı alındı.

Yeni saniye tanımı 1967'de yürürlüğe girdi.

Buna göre saniye, "sezyum-133 atomunun uyarılmamış durumunun iki aşırı ince (hyperfine) düzeyi arasındaki geçişe tekabül ederi radyasyonun 9.192.631.770 devir yaptığı süredir," Kati, fakat uzun ve yorucu bir günün sonunda söylemesi zor bir tanım.

Artık saniye

Bu yeni tanımın anlamı şudur: Güneş günü yavaş yavaş atomik günden sapmaktadır. Sonuç olarak bilimciler atomik yıla bir adet "artık saniye" ekleyerek güneş yılıyla eşit hale getirdiler.

En son artık saniye, (Coordinated Universal Time [Eşgüdümlü Evrensel Zaman - UTC] 1972'de kurulduğundan bu yirmi üçüncüsüdür) 31 Aralık 2005'te, Paris Gözlemevi'nde bulunan Uluslararası Yerküre Dönüş Hizmetleri'nin talimatlarına göre eklendi.

Bir iyi bir kötü haber

Bu durum, astronotlar ve saatlerinin dünyanın güneş etrafında dönüşüne tam olarak denk gelmesini isteyenler için iyi haber;

Bilgisayar yazılımı ve uydularda yerleştirilmiş olan tüm teknolojiler için ise kötü haberdir.

Uluslararası Telekomünikasyon Birliği bu fikre şiddetle karşı çıkmakta ve artık saniyenin ortadan kaldırılmasıyla ilgili çalışmalar yürütmektedir.

Saatlerinizin ayarını şimdilik değiştirmeyin

Uzlaşma yollarından biri, UTC ile GMT arasındaki uyuşmazlığın bir saate varmasını (400 yıl sonrasını) bekleyip ayarlamayı o zaman yapmak olabilir. Bu süre zarfında "gerçek-zamanı neyin oluşturduğu bir tartışma konusu olarak sürüp gider...

Havucun rengi hep aynımıydı?

Havuçlar içlerindeki turuncuyu 5000 yıl kadar açığa çıkarmamışlardır.

İnsanlar havucu ilk defa MÖ 3000'de Afganistan'da kullandı. Bu ilk havuçların dışı mor içi sarıydı.

Havuç yetiştirildiği bölgeye göre renk değiştirdi

Eski Yunanlar ve Romalılar havuç yetiştirdiler, fakat daha çok tedavi amaçlı kullandılar. O zamanlar havuç güçlü bir afrodizyak olarak kabul ediliyordu.

Diğer yandan, ünlü bir 2. yüzyıl fizikçisi olan Galen, havucu gaz sorunu olanlara öneriyordu. Havucu karakavza denen yabanhavucundan ayıran ilk kişi de odur.

Arap tüccarlar havuç tohumlarını Asya, Afrika ve Arap yarımadasına yaydıkça havucun mor, beyaz, sarı, kırmızı, yeşil ve hatta siyahın farklı tonlarındaki çeşitleri meydana geldi.

İlk turuncu havuçları, vatansever duygularla Hollandalılar yetiştirdiler

İlk turuncu havuçlar 16. yüzyılda, Hollanda Kraliyet Sarayı'nın rengi olan turuncuya uysun diye vatansever duygularla Hollanda'da üretildi. 17. yüzyılda Hollandalılar Avrupa'nın başlıca havuç üreticisiydı ve havucun tüm modern çeşitleri onların dört turuncu havucundan gelir: Early Half Long, Late Half Long, Scarlet ve Long Orange.

Çukalata aromalı havuç

Şimdilerde turuncu olmayan havuçlara rağbet arttı. Dükkanlarda beyaz, sarı, koyu kırmızı ve mor çeşitleri bulmak mümkün. 1997'de İzlanda çocuklara yönelik Çılgın Sebze kampanyası kapsamında çikolata aromalı havuç geliştirmişti. Sekiz ay sonra kampanya sona erdi.

Birleşmiş Milletler'e göre 1903'te 287 çeşit havuç vardı, fakat bu sayı günümüzde yüzde 93'lük bir düşüşle 21'e geriledi.

Bazı havuç türlerinin tohumları buzlanmayı önler. Bu doğal havuç "antifrizi", vücut dokularını tıbben korumak ve dondurulmuş gıdaların raf ömrünü uzatmak için...

Okyanustaki en gürültücü şey nedir?

Karidesler. Karada ya da denizde yaşayan canlılar arasında, tek bir hayvanın çıkarabildiği en yüksek sesi mavi balina çıkarsa da, toplama bakıldığımda doğal olan en yüksek sesi karidesler çıkarır.

Bir "karides yığını"nın sesi, operatörleri kulaklıkları aracılığıyla sağır edebilecek ve bir denizaltı sonarının "yönünü şaşırtabilecek" tek doğal sestir.

Bu karides yığınının altındaysanız, yığının üstündeki hiçbir ses duyulmaz; yığının üstündeyseniz de yığının altındaki hiçbir sesi duyamazsınız. Alt taraftan bir ses duymak ancak o sese doğru bir alıcı uzatılmasıyla mümkün olabilir.

Biraraya gelmiş karideslerin gürültüsü sağır edici 246 desibele eşittir; sesin su altında beş kat daha hızlı hareket ettiğini göz önünde bulundurduğumuzda bile bu şiddet, havadaki 160 desibele denktir. Bu da kalkış yapan bir jetten (140dB) ya da insanın ağrı eşiğinden oldukça yüksektir. Tanık olanlar bu durumu dünyadaki herkesin aynı anda et kızartmasına benzetmişleridir.

Ortaya çıkan ses, trilyonlarca karidesin kocaman kıskaçlarını aynı anda açıp kapatmalarının yarattığı gürültüdür. Kıskaçlarını açıp kapatan, Alpheus ve Syndpeus cinslerine mensup çeşitli karidesler tropikal ya da astropikal bölgelerdeki sığ sularda bulunur.

Oluşan sesten daha da ilginci ise şudur: Saniyede 40.000 karelik video çekimleri sesin, kıskaçların kapanmasından 700 mikrosaniye sonra gerçekleştiğini açıkça göstermektedir. Ses kıskaçların kendisinden değil, patlayan kabarcıklardan gelmektedir, buna "kavitasyon" etkisi denir.

Bu olay şöyle gerçekleşir: Kıskacın bir tarafındaki tümsek diğer taraftaki çukurluğa tam olarak oturur. Kıskaç o kadar çabuk kapanır ki arada kalan su saatte 100 km hızla dışari fışkırır; bu da bir sürü su kabarcığının açığa çıkmasına yetecek bir hızdır. Su yavaşlayıp normal basınca ulaşınca kabarcıklar patlayarak ortaya yüksek bir ısı (20.000°C kadar yüksek), büyük bir patlama ve ışık çıkmasına sebep olurlar (ışığın açığa çıkması çok nadiren görülür ve bu olaya "sonoluminescence" adı verilir), ışığa sebep olan şey sestir.

Karidesler bu sesi avlarını sersemletmek, iletişim kurmak ve eşlerini bulmak için kullandıkları gibi sonarları bozmak için de kullanırlar; keskin, aşırı yüksek ses gemilerin çarklarında çökmelere neden olur...

Hayvanlarda ritim duygusu var mıdır?

Ritim duygusu, yalnızca insana özgü bir özellik değildir. Sözgelimi keçinin toynaklarının sert ritmi ya da kuş ötüşlerinin karmaşıklığı, bizim ritim duygumuz ile aynıdır. Ama, kuşlar için müzikal ritim bir iletişim aracıdır. Bu bağlamda, ağaçkakan sert bir kabuğu karakteristik bir frekans uyarınca tıkırdatır. Gerçekten de kuşların ritim duygusu, dans etme yeteneklerine yakından bağlıdır. Doğa Tarihi Müzesi uzmanlarından Pons, bu durumu "Aralarından bazıları, sözgelimi birleşme törenlerinde, duygularını abartılı bir şekilde ser­giliyorlar. Turnalarınki de, bazı Asya danslarına benziyor" diye açıklıyor. Memelilerin iletişim sistemi ise farklıdır; bu amaçla hareket­lerden, törensel tavırlardan, kokulardan yararlanırlar.

Ancak, ayı ya da keçi gibi memelileri, her doğru davranışı ödüllendirerek ritim ya da dans konusunda eğitmek gerçekten mümkündür. Bununla birlkte, köpeğin bir opera aryası çalarken kendiliğinden dans etmeye başlaması mümkün değildir; çünkü bu müzik onun ilgisini çekmez...

Dünyanın en uzun hayvanı hangisidir, nedir?

Üzgünüm, mavi balina değildir. Ya da çivit denizanası da değildir. Bantlı solucan (Lineus longissimus) altmış metre uzunluğa ulaşabilir. Bu daha önceki rekorların sahibi mavi balinanın neredeyse iki katı, çivit denizanasının 2-3 katı kadardır. Bantlı solucan bir olimpik havuzun bir ucundan öbürüne uzanır ve yine de bir bölümü artar.

Bantlı solucanlar Nemertea solucan ailesine dahildir {Nemertea adı Yunancadaki bir deniz tanrısı olan Nemertes kelimesinden gelir). Binden fazla türü vardır ve çoğu suda yaşar. Çok uzun ve incedirler, en geniş olanının eni birkaç milimetredir.

Çoğu kaynak, bantlı solucanların sadece 30 metre uzunluğa ulaştığını savunur, bu da onun şu ana kadar ölçülmüş en uzun çivit denizanasından (yaklaşık 36,5 m) kısa olduğu anlamına gelir. Fakat son bilgilere göre bu solucanların esneme oranlarının inanılmaz derecede yüksek olduğa ortaya çıkmıştır. Tamamen uzadığında birçoğunun 50 metreyi aştığı görülmüştür.

Bantlı solucanları 500 milyon yıldır var

Fosil kalıntıları, bantlı solucanların 500 milyon yıldır varolduklarını göstermektedir.

Bantlı solucanların kalbi yoktur. Kan, kaslar tarafından pompalanır. Ağzı ve anüsü ayrı olan en basit organizmadır.

Çok obur etoburlardır. Yapışkan ya da zehirli kancalarla donanmış uzun ince hortumlarını fırlatarak küçük kabukluları yakalarlar. Bu hortumlar solucanın kendi boyunun üç katı kadar olabilir.

Çoğu bantlı solucan, okyanusun derin kuytularında gizlenir fakat bazıları inanılmaz derecede parlak renktedirler. Nemertealar zarar gördüklerinde kendilerini yenileyebilirler. Fakat bantlı solucan türleri aslında küçük parçalara bölünerek çoğalır, bu parçalardan her biri yeni bir solucan haline gelir...

Dünyada en sık görülen hastalık nedir

Dünyada en sık karşılaşılan hastalık zatürre/bronşittir. Onu ishal, HIV/AIDS ve depresyon izler (Dünya Sağlık Örgütü, 1999). Yapılan hesaplara göre dünya üzerinde her yıl kadınların yüzde 10'u, erkeklerinse yüzde 3-5'i klinik (yani ciddi boyutta) depresyona giriyor.

Türkiye'de depresyon geçirme oranı kadınlarda yüzde 24, erkeklerde yüzde 3'tür. Diğer ülkelerde de durum ciddidir: Britanya'da depresyona girenlerin sayısı yaklaşık 3,2 milyondur (yüzde 7) ve sürekli artmaktadır. Britanya'da 1990-2000 arasında depresyon için yazılan reçetelerin sayısı on milyondan fazla artmıştır. Hesaplara göre, depresyonun Britanya ekonomisine maliyeti 8 milyar pounddur; buna işe gidilemeyen zaman, tedavi masrafları, intiharlar ve verim düşüklüğü dahildir (bu da her kadın, erkek ve çocuk başına yılda 160 po-unda eşittir). 25 milyon Amerikalı (nüfusun yüzde 9'u) hayatının bir döneminde klinik olarak depresyondadır.

Avustralya'da beş yaşındaki çocuklar depresyon tedavisi görmektedir. Bangladeş'te en yaygın hastalık açık ara ishaldir, bunu bağırsak kurdu enfeksiyonları izler. Fakat depresyon da yüzde 3'lük bir oranla yaygın bir hastalıktır (özellikle de kadınlar arasında).

Afrika'da depresyon, sık görülen hastalıklar sıralamasında on birinci sıradadır; ilk iki sırada ise HIV ve sıtma yer alıyor. Çoğu gelişmekte olan ülke kültüründe akıl hastalığına duyulan şüpheler, teşhisin zor olduğu ve semptomların Batı'dakine nazaran daha çok fiziksel olarak görüldüğü anlamına gelmektedir...

İntihar oranının en yüksek olduğu ülke hangisidir?

2003'te 100 binde 42 gibi şaşırtıcı bir intihar oranına sahip olan Litvanya'dır. Bu da toplamda 1500 kişi yapıyor. Trafik kazalarından ölenlerden daha fazla ve 20 yıl öncekinin iki katı kadar.

İntiharda ilk ondaki yedi ülke Baltık ya da eski Sovyetler Birliği ülkeleri

Uluslararası bağlamda ele alacak olursak, Litvanya'daki intiharlar Britanya'daki rakamların altı katı, ABD'dekinin beş katı ve dünya ortalamasının üç katıdır. Kimse nedenini bilmese de, intiharda ilk ondaki yedi ülkenin Baltık ya da eski Sovyetler Birliği ülkelerinden oluşması ilginçtir. Belki de Litvanya'nın aynı zamanda en fazla sinir hastalıkları uzmanına sahip ülke olmasının sebebi de budur.

Baltık ülkeleri de dahil dünyanın her yerinde intihara en meyilli insanlar kırsal kesimde yaşayan erkeklerdir (genç ya da yaşlı fark etmez). Bu gayet anlamlıdır: Zahmetli bir tarlada vakit harcayan herkes; alkol, yalnızlık, borç, hava şartları ve yaradım isteyememenin (psikologların deyimiyle "çaresiz erkek" sendiomu) ateşti silahlar ve tehlikeli kimyasallarla biraraya gelmesi durumunda ölümcül sonuçlara yol açacağını bilir.

Çin ve güney Hindistan'da kadın intiharları daha yüksek

Bunun istisnası Çin ve güney Hindistan'dır. Buralarda kırsal kesimdeki kadınlar daha riskli konumdadır: Sırasıyla 100 binde 30 ve 148 oranlarında intihar görülür. Çin'de bunun nedeninin, genç gelinlerin, evlendikten hemen sonra çalışmak için şehre giden kocaları tarafından yalnız bırakılmaları olduğu düşünülür. Hindistan'da ise genç kız intiharlarının üçte biri, bu kızların kendilerini kurban etmelerinden kaynaklanmaktadır.

İntihar genel olarak yükseliştedir. Yılda bir milyon kişi kendini öldürmektedir, ya da kırk saniyede bir intihar ediliyor diyebiliriz. Bu bütün vahşi ölümlerin yarısı kadardır: Şu anda savaşlarda ölenlerden daha çok insan intihar ederek ölmektedir.

İsveç efsanesi

Diğer yandan, "çok sıkıcı bir yer, o yüzden orada herkes kendini öldürüyor" lafıyla başı belada olan İsveç artık listede ilk yirmide bile değil.

"İsveç intiharı" efsanesinin kesin tarihsel dayanağı, savaş sonrası yeniden inşa kargaşasının içinde kayboldu, fakat İsveçlilerin çoğu, İsveç'te (o zamanlar) yüksek olan intihar oranlarını, İsveç sosyal demokrasisinin güler yüzlü ve tehlikeli derecede anti-kapitalist eşitlikçiliğini kötülemek için kullanan ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower'i (1953-61) suçlamaktadır

Birçok otelde resepsiyonu aramak için niçin 9 tuşuna basılıyor?

Bu geleneğin kökeni, telefonun kadranlı olduğu günlere uzanıyor. O zamanlar "9" çevrilerek operatöre, oradan da aranılan numaraya ulaşılırdı. Ayrıca, "0" çevrilerek de PTT santralından görüşülecek numara istenirdi. Kadranın en üstünde bulunan "1" in yanlışlıkla çevrilebileceği gerekçesiyle, en alttaki "0" tuşu yeğlenmişti. Böylece, o dönemlerde çok ender görülmekle birlikte, hattın gereksiz yere işgali de önleniyordu. Bu nedenle "0", iş yerlerinde ve otellerde dış hatta çıkış numarası olarak kabul edildi. Ve bunu izleyen "9" tuşu da standart olarak bina içi görüşmelerini bağlamak için seçildi. Bugün isteğe göre çeşitli numaralar programlanabiliyor. Ama "9", büyük çoğunlukla otellerde resepsiyonu aramak için kullanılıyor...

Yemekten 20 dakika sonra yapmamız gereken şey nedir?

Anne babalarınız buna YÜZME yanıtını verirdi. Fakat normal bir yemekten sonra yüzmenin riskli olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur.

Yüzme havuzları başka yerlerden daha tehlikeli değildir; resmi istatistiklere göre külotlu çorap çıkarırken, sebze keserken, köpeğinizi gezmeğe çıkardığınızda ya da çit budarken kendinizi incitme riskiniz daha yüksektir.

Aman pamuklu çubuklardan, mukavva kutulardan, sebzelerden, aromaterapi malzemelerinden ve banyo liflerinden uzak durun. Tüm bu saydıklarım giderek tehlikeli hale geliyor.

Yaygın öğüdün altında yatan düşünce

Yemekten sonra yüzmemek gerektiğine dair yaygın öğüdün (günümüzde havuzlarda bile bu uyarı yazılıyor) altında yatan düşünce şudur: Yediğiniz yemeği sindirebilmek için kaslardaki kanın mideye hücum edeceği ve bu yüzden diğer organların kansız kalarak felç eden kramplara neden olacağı (daha bilinçsiz versiyonuysa midenizdeki yemeğin ağırlığının' sizi batıracağıdır.)

Çok fazla yemek yedikten sonra bile denize girseniz bunun en muhtemel sonucu yan tarafınızda bir sızı ya da deniz tutması olacaktır. Yemek ve su birlikteliğinde özünde hiçbir tehlike yoktur.

Su içmemek nedeniyle su kaybına uğramak ya da oruçtan kaynaklanan halsizlik daha büyük bir risktir.

Diğer yandan, Kraliyet Kazaları Önleme Derneği (RoSPA), teorik olarak en azından kusma riski olduğunu ve suda kusmanın karada kusmaktan daha tehlikeli olduğunu iddia ederek bu "genel kanı"yı savunmaktadır

Televizyon Saglimizi Nasil Etkiliyor?

Televizyonu çok yakından seyrettiğinizde değil. 1960'ların sonuna kadar katot ışın tüplerinin kullanıldığı televizyon cihazları çok düşük seviyelerde ultraviyole radyasyon yayardı ve televizyon seyredenlere 2 metreden daha yakından televizyon seyretmemeleri tavsiye edilirdi.

Çocuklar en çok risk altında olanlardı. Çocukların gözleri mesafede meydana gelen değişikliklere çok kolay uyum sağladığından, çocuklar yetişkinlere göre televizyonu çok daha yakından seyredebiliyorlardı.

Yaklaşık 40 yıl önce, Sağlık ve Güvenlik İçin Radyasyon Kontrolü Sözleşmesi, üreticilerin katot ışını tüpleri için kurşunlanmış cam kullanmalarını zorunlu hale getirerek televizyonları tamamen güvenli hale getirdi.

Televizyonun asıl zararı, yarattığı tembel hayat tarzından kaynaklanmaktadır

Son yıllarda yapılan araştırmalarla, çocuklardaki obezite oranının arttığı, bunun da televizyon seyretmekle doğrudan ilgili olduğu ortaya kondu. Araştırmalara göre çocukların televizyon başında geçirdiği süre, spor yaparak ya da açık hava etkinliklerinde geçirdikleri süreden çok daha fazlaydı.

2004'te Pediatrics dergisinde yayınlanan bir araştırma, günde 2-3 saat televizyon seyreden çocuklarda Dikkat Toplama Bozukluğu (ADD) görülme ihtimalinin diğerler çocuklara göre yüzde 30 daha fazla olduğu sonucuna vardı.

2005'te Nielsen araştırma şirketi ortalama bir Amerikan ailesinin günde 8 saat televizyon başında olduğunu ortaya koydu. Bu on yıl öncesine kıyasla yüzde 12,5'lik bir artıştır ve 1950'lerde ilk kez yapılan televizyon izleme istatistiklerinden beri görülmüş en yüksek orandır.

Amerikan Pediatri Akademisi 70 yaşına gelmiş bir Amerikalının televizyon izleyerek ortalama 8 tam yıl harcamış olacağını hesapladı

Ağustos böcekleri neden sürekli öter?

Bütün yaz, tatile gittiğiniz yerde onları dinlemiş olmalısınız... Günün sıcak saatlerinde hiç durmadan ötüp duran ağustos böceklerini...

Neden sürekli car car öterler?

Bu sevimli yaratıkların ölmeden önce eşlerini bulup üreyebilmek için yalnızca üç haftaları var... Erişkinlik yaşamları gerçekten kısa ama, toprak altında yıllarca larva halinde kalabiliyorlar.

Ağustosböceğinin yalnızca erkeği ötüyor, dişisi ise dilsiz.

Bu hayvanların "kulaklar"ı (işitme kapsülleri) karınlarında yer alıyor. Karnın tabanında, erkekte, kas kasılmalarının etkisiyle şekil değiştirmiş kutikula plakları bulunuyor. Bunlar, saniyede 300-900 kez çatırdayarak duyduğumuz sesleri üretiyorlar.

Üç farklı ses çıkartıyor

Yaygın bir tür olan siyah ağustosböceği, üç farklı ses çıkartıyor, ilkini bir saldırıya uğradığında, ikincisini ise eşi birleşmeye davet ettiğinde... En enerjik olan üçüncüsü ise, erkeğin, bulduğu dişiyi uyarmak için söylediği kur şarkısı

Teflon nedir ve nasıl bulundu?

Israrcı iddiaların aksine Teflon, uzay programının bir yan ürünü olarak bulunmamıştır.

Teflon, politetrafloroetilen (PTFE) ya da akışık floropolimer'in ticari adıdır, 1938'de Roy Plunkett tarafından tesadüfen keşfedilmiş ve ilk kez 1946'da ticari olarak satışa sunulmuştur.

Plunkett, soğutma işlemlerinde kullanılan kloroflorokarbonlarla (CFC) deney yaparken, bir numunenin bir gecede garip özellikleri olan beyazımsı, mumumsu bir kalıp haline geldiğini gördü: Bu garip özellikler, bu maddenin asla yapışmaması ve çok yıpratıcı asitler de dahil olmak üzere hemen hemen tüm kimyasallara karşı eylemsiz oluşuydu.

Patronu DuPont, öncelikle Manhattan Projesi'nde (1942-46 yıllarında nükleer silah geliştirilmesine verilen kod ad) ve ardından mutfak eşyası olmak üzere kısa sürede bu yeni maddenin çeşitli kullanımlarını buldu..

Hiçkimse, Apollo Misyonu'ndaki tüm kablo yalıtımının Teflona dayanması dışında, "uzay programı" efsanesinin nereden geldiğine dair kesin bir kaynak bulamadı.

Teflon kaplı mermiler

Teflonla ilgili diğer efsanelerden biri de Teflon kaplı mermilerin, çelik yeleği delme konusunda diğer türlere göre daha iyi olduğu inanışıdır. Aslında merminin üzerindeki Teflon kaplama, kullanılan silahın namlusunun iç tarafındaki aşınma miktarını azaltmak içindir ve merminin tesiriyle bir ilgisi yoktur.

Fakat Teflon, bilinen katı herhangi bir maddeye göre en az sürtünmeye sahip olan maddedir, kızartma tavalarında bu kadar iyi bir yapışmaz yüzey olmasının nedeni budur.

Peki, madem Teflon bu kadar kaygan, tavaya nasıl yapıştırıyorlar?

Bu işlem tavanın yüzeyinde minik pürüzler oluşturmaya yarayan kumlamayla başlar, daha sonra tavaya ince bir tabaka halinde sıvı Teflon püskürtülerek bu pürüzlerin içine akması sağlanır. Tava yüksek ısıda pişirilerek Teflonun sertleşmesi ve makul düzeyde mekanik bir tutunma gerçekleştirmesi sağlanır. Son olarak yalıtkan bir maddeyle kaplanarak yeniden pişirili

Yunus balıkları hakkında bilmedikleriniz


Hiçbir şey içmezler. Yunuslar çölde hiçbir su kaynağına ulaşamayan hayvanlar gibidir. Suyu yiyeceklerinden (genellikle balık ve kalamar) ve su açığa çıkaran vücut yağlarını yakarak elde ederler.

Yunuslar balinadır, katil balina yunusların en büyük üyesidir. İsimleri İspanyolcada asesina-ballenas, yani "katil balina" sözünün değişime uğramış halidir. Bu şekilde adlandırılmalarının nedeni, bir grubunun biraraya gelince daha büyük balinaları öldürebilmesidir.

Yaşlı Plinius bu şanı devam ettirmelerinde yardımcı olmamıştır. Ona göre bir katil balina ancak şöyle tanımlanabilir ya da tasvir edilebilirdi: "Vahşi dişlerle donanmış, korkunç büyüklükte bir et kütlesi.."

Yunusların diğer tüm memelilerden daha fazla, 260'a kadar dişleri olabilir. Buna rağmen balıkları bütün olarak yutarlar. Dişler sadece avı kavramaya yarar.

Yunuslar boğulmamak ve korunmak için tek gözü kapalı uyurlar

Yunuslar beyinlerinin bir yarısını ve aynı anda zıt yöndeki gözlerini kapatarak uyurlar. Beynin geri kalanı uyanık kalırken diğer göz, yırtıcı hayvanları ve engelleri izler ve su yüzüne çıkıp nefes almayı hatırlar. İki saat sonra yan dönerler. Bu sırada suda giden "tomruk"lara benzerler.

Yunuslar Vietnam Savaşı'ndan beri büyük hizmet verdikleri Amerikan Donanması'nda çalışıyor. Amerikan Donanması şu anda yüz kadar yunus ve otuz kadar diğer deniz memelilerinden çalıştırıyor. Altı denizaslanı yakın zamanda Irak Görev Gücü'ne tayin edildi.

Katrina tayfunundan sonra, Amerikan Donanması'ndan eğitim almış 36 saldırı yunusunun zehirli mızraklarla donanmış olarak denizde gezindiğine dair bir hikaye dolaştı. Bu hikaye bir uydurmaca gibi görünüyor; her şeyin ötesinde "askeri" yunuslar saldın için değil, bir yerleri bulmak için eğitilir

Beynimiz hangi renktedir?

Yaşadığımız sürece pembe renktedir. Rengini damarlarımızdan alır. Oksijenli taze kan olmazsa {vücuttan çıkarıldığında olduğu gibi) insan beyni griye döner.

Gri madde ve beyaz madde

İşleri biraz karıştıralım; yaşayan bir beynin yaklaşık yüzde 40'ı "gri madde", yüzde 60'ı "beyaz madde"den oluşur. Bu ifadeler bizim gördüğümüz renklerle örtüşen tanımlamalar değil, daha ziyade küçük parçalara ayrılmış ve bölümler halinde iki belirgin şekilde farklı beyin dokusudur.

Beyin incelemeleriyle bu bölümlerin her birinin fonksiyonunun ne olduğunu anlamaya başladık.

Gri madde gerçek bilgi "işlemesi"nin yapıldığı hücreleri içerir. Beyinde kullanılan oksijenin yaklaşık yüzde 94'ünü kullanır.

Beyaz madde yağlı bir protein olan myelin'dir, hücrelerin dışına doğru uzayan dendrit ve aksonları sararak birbirinden ayırmaya yarar. Farklı gri maddeleri birbirine ve gri maddeyi vücudun diğer taraflarına da bağlayarak beynin iletişim ağını oluşturur.

İyi bir benzetme bilgisayardır

Gri madde işlemci, beyaz madde ise kablo bağlantısını oluşturur. Zeka dediğimiz şey hem birlikte hem de hızlı çalışmayı gerektirir.

Kadınla erkeklerin beyni farklı

Şimdi iş daha da ilginç bir hal alıyor: Califomia ve New Mexico üniversitelerinde aynı IQ'ya sahip kadın ve erkek beyinleri üzerinde incelemeler yapıldı. Sonuçlar şaşırtıcıydı:

Erkeklerde kadınlarınkinden altı buçuk kat daha fazla gri madde varken

kadınlarda erkeklerden on kat daha fazla beyaz madde vardı.

Kadınlardaki beyaz maddenin ön loblarda yoğunlaşmış olduğu,

erkeklerdeyse ön loblarda hiç beyaz madde olmadığı anlaşıldı.

Bu ön lobların duygusal kontrol, kişilik ve karar almada önemli olduğu düşünülüyor.

Yani cinsiyet farkıyla ilgili bütün çeşitli "Mars ve Venüs" teorileri yakında fizyolojik bir gerekçe bulabilir. Kadın ve erkeğin beyni farklı bağlantı ve şekillenmeye sahip gibi görünüyor. Ortaya çıkan sonuç (zeka) aynı, fakat üretilme şekli çok farklıdır..

Beyinimizin ne kadarını kullanırız?

Yüzde yüzünü. Ya da yüzde üçünü. Genelde beynimizin yüzde 10'unu kullandığımız söylenir. Bu genelde geri kalan yüzde 90'ı da kullanabilsek ne olacağı tartışmasına neden olur.

Aslında insan beyninin tamamı zaman zaman da olsa kullanılır. Diğer yandan New York Üniversitesi Sinirsel Bilimler Merkezi'nden Peter Lennie'nin yakın zamanlarda yazdığı bir makale, beynin ideal olarak nöronların yüzde üçünden fazlasını aynı anda çalıştırmaması gerektiğini, aksi halde kullanılan her bir nöronu düzeltmek için, beynin karşılayabileceğinden çok daha büyük bir enerjiye ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir..

Merkezi sinir sistemi beyin ve omurilikten oluşur ve iki tür hücreden meydana gelir: Nöronlar ve glia hücreleri.

Nöronlar temel bilgi işleyicileridir, aralarında veri alışverişi yaparlar. Veriler dal benzeri dendritler aracılığıyla alınır ve kablo benzeri aksonlarla verilir.

Her bir nöronda 10.000'e kadar dendrit olabilir fakat sadece bir akson vardır. Akson, küçük bir nöron hücresinden binlerce kat daha uzun olabilir. Zürafalarda bulunan en uzun akson hücresi 4,5 metre uzunluğundadır.

Sinapslar, akson ve dendritler arasındaki elektrik itkisinin kimyasal sinyallere çevrildiği geçiş yerleridir. Sinapslar elektrik düğmeleri gibidir, bir nöronu diğerine bağlayarak beyni bir iletişim ağına dönüştürürler.

Glia hücreleri beynin yapısal çerçevesini oluşturur, nöronlan idare ederek temizlik işlevi görür ve nöronlar öldükten sonra kalıntıları temizler. Beyinde nöronların elli katı kadar glia vardır.

Tek bir insan beyninde yaklaşık:

5 000 000 km akson,

1.000.000.000.000.000 (bir katrilyon) sinaps

200 milyar kadar nöron vardır..

Eğer nöronlar dışarıda yan yana yayılsalar 25.000 m², yani bir futbol sahasının dört katını kaplarlar.

Beyin içinde bilgi alışverişi yollarının sayısı dünyadaki atom sayısından daha fazladır. Bu muazzam potansiyelle, beynimizin kaçta kaçını kullanırsak kullanalım hepimiz tabii biraz daha iyisini yapabiliriz.

Cüssesine kıyasla en büyük beyine sahip olan hayvan hangisidir?

a. Filler 

b. Yunuslar

c. Karıncalar

d. İnsanlar


Cevap: Karıncalar.

Karıncalar huzursuzluk yaratacak derecede insanlara benzerler. Mantar yetiştirirler, böcek olarak afîd beslerler, ordularını savaşa sokarlar, düşmanlarını korkutmak ve bozguna uğratmak için kimyasal spreyler kullanırlar, esir alırlar, çocuk işçi kullanırlar, durmaksızın bilgi alışverişinde bulunurlar. Televizyon izlemek dışında her şeyi yaparlar.

Karıncanın beyni vücudunun toplam ağırlığının yüzde 6'sını oluşturur

Aynı yüzdeyi insana da uygulayacak olsaydık kafamızın şu andakinden üç kat daha büyük olması gerekirdi ve eğer öyle olsaydı hepimiz Mekon ya da Morrissey bi görünürdük.

Ortalama insan beyninin ağırlığı 1,6 kg'dır, bu da vücut ağırlığımızın yüzde 2'sinden biraz fazladır. Bir karıncanın beyni yaklaşık 0,3 mg'dır.

Karıncaların beyninde insan beynindeki nöronların sadece bir kısmı bulunsa da bir karınca kolonisi bir süper organizmadır. 40.000 karıncalık ortalama bir yuvada bir insanınkine eşit sayıda beyin hücresi vardır.

Karıncalar 130 milyon yıldır yaşıyor

Karıncalar 130 milyon yıldır yaşıyor ve konuştuğumuz sırada yaklaşık 10.000 trilyon tanesi dolaşıp duruyor. Gezegenimizdeki karıncaların toplam kütlesi insanların toplam kütlesinden daha fazladır.

Karıncaların bilinen 8000 türü var. Dünyadaki toplam böceklerin yüzde birini karıncalar oluşturuyor. Dünyadaki toplam böcek sayısı bir kentilyon olarak hesaplanmıştır (yani 1.000.000.000.000.000.000 adet).

Karıncalar günde sadece birkaç dakika uyur ve su altında 19 gün yaşayabilirler

Ağaç karıncası kafası olmadan yirmi dört saat idare edebilir. Fakat yalnız bir karınca, kafası olsun olmasın, kolonisi dışında tek başına yaşayamaz.

Görünüşe göre karıncaların yollarını bulmalarına yardımcı olan görsel bir hafızaları vardır. Geçtikleri yerlerin seri fotoğraflarını çekiyor gibidirler. Bilimciler karıncaların minnacık beyinlerinin bu kadar bilgiyi nasıl sakladığını anlayamıyor.

Karıncalar insanlardan daha güçlü değildir !

Karıncalar kendi ağırlıklarının misliyle fazlasını kaldırabilir, ama bunun tek nedeni küçük olmalarıdır. Hayvan ne kadar küçük olursa vücut kütlesine bağlı olarak kasları da o kadar güçlü olur. Eğer insanlar karıncalarla aynı boyutta olsaydı onlar da o kadar güçlü olurdu...

Arılar neden ve nasıl vızıldar?

Arılar ve diğer böcekler uçarken vızıldarlar. Vızıltı sesi bu böceklerin kanatlarını çırpmaları sonucunda oluşur. Herhangi bir şey saniyede 16 kereden daha fazla titreştiğinde belirli bir perdeden bir ses çıkarır. Bilim adamları bu sesi bir müzik notasıyla eşleştirerek, o böceğin saniyede kaç kere kanat çırptığını söyleyebilirler.

Normal bir karasineğin vızıltısının fa notasına denk düştüğünü biliyor muydunuz?

Karasinek kanatlarını saniyede 352 kere çırpar. Bu sayı balarıları için (eğer bal ile yüklü değillerse) 440'tır. Bu sırada çıkardıkları nota la'dır. Bal taşırlarken ise nota si'ye düşer; yani saniyede 330 kere kanat çırparlar. Görüldüğü üzere masum vızıltılar bile bize önemli bilimsel bilgiler sağlıyorlar!.

Dünyanın yuvarlak olduğunu kim nasıl keşfetti ?

Kim değil, ne keşfetti demek lazım.

İlk keşfeden arılardır.

Bal arıları en iyi bal özünün nerede olduğunu birbirlerine anlatmak için Güneş'i referans noktası alan karmaşık bir dil geliştirmişlerdir. Şaşırtıcı bir şekilde, bunu bulutlu havalarda da, geceleri de, Dünya'ntn öbür tarafında olan Güneş'in pozisyonunu hesaplayarak yapabiliyorlar. Bu da onların, bizden 1,5 milyon kat daha küçük beyne sahip olmalarına rağmen bilgiyi öğrenip saklayabildikleri anlamına geliyor.

Bir arının beyninde 950.000 civarında nöron vardır. İnsan beyninde ise 100 ila 200 milyar arası nöron bulunur.

Bal arılarında, Güneş'in gökyüzünde 24 saat boyunca gerçekleştirdiği hareketleri gösteren içsel bir "harita" vardır, çabucak yerel şartlara uyum sağlayabilmek için bu haritayı değiştirebilirler (nereden nereye uçulacağına dair karar 5 saniye içinde verilmek zorundadır).

Ayrıca, bal arıları yerkürenin manyetik alanına diğer tüm canlılardan daha duyarlıdır. Bu özelliklerini rota belirlemede ve kovanlardaki petek levhaların yapımında kullanırlar. Yapılmakta olan bir peteğin yakınına güçlü bir mıknatıs konursa, doğadaki hiçbir şeye benzemeyen silindirimsi garip bir petek oluşur.

Bir arı kovanının sıcaklığı insan vücudununkiyle aynıdır.

Arılar yaklaşık 150 milyon yıl önce, Kretase döneminde, kabaca çiçekli bitkilerle aynı zamanlarda meydana çıkmıştır. Bal arısı familyası, Apis, 25 milyon yıl öncesine kadar henüz ortaya çıkmamıştı. Onlar gerçekten otçul yaban arılarının bir türüdür.

Arılar antenleriyle koku alır.

Kraliçe bal arısı "kraliçe özü" denen bir kimyasal vererek işçi arıların dişi döl üretmelerini engeller.

Bir çay kaşığı dolusu bal üretmek için 12 arının ömür boyu çalışması gerekir. Arıların bir turu yaklaşık 12 km'dir ve günde birçok turları olur. 450 gram bal üretebilmek için bir arının 75.000 km yol kat etmesi gerekir, ki bu neredeyse Dünya'nın çevresinde iki tur atmak demektir...

Dört boyuttan daha fazlası varmıdır?



Şimdiye kadar üçü uzayda, biri zamanda olmak üzere dört boyut belirlenebildi. Ama fizikçiler, evrende daha fazla "saklı" boyutların ola­bileceği olasılığını araştırıyorlar. Bir benzetmeyle açıklamaya çalışırsak, uzaktan bakıldığında tek bir şerit halinde görülen bahçe hortumu yakından bakıldığında üç boyutlu görülür. Bu saklı boyutlar birbirine sıkıca kenetlenmiş olduğu halde, evrenimizin şekillenmesinde anahtar rol oynarlar. Bütün atomları ve güçleri kapsayan bir eşitlikler serisi olan "Her şeyin Teorisini araştıran fizikçiler, bildiğimiz 4 boyuta 6 boyut daha ilave edilirse, bazı zor problemlerin ortadan kalkacağını iddia ediyorlar. Bu şöyle açıklanabilir, bazı matematik problemlerini çözmemize yarayan bu saklı boyutların varlığını bugüne kadar somut olarak kimse ispat edememiştir

Arılar neden vızıldar? Arılar nasıl iletişim kurar?

İletişim kurmak için. Arılar hareketleri ve "dansları" gibi, vızıltılarını da bilgiyi iletmek için kullanırlar. Arılarla ilgili on farklı ses tanımlanmış ve bazıları belirli faaliyetlerle ilişkilendirilmişti.r. .

Bu kullanımlardan en belirgini, kovanı soğutmak için yapılan "yelpazeleme"dir. Saniyede 250 vuruşla uzun ve durağandır, kovanın kendisi bu sesi daha da güçlendirir. Arılar ayrıca tehlikeyi haber vermek için daha yüksek sesle vızıldarlar (bir kovana yaklaşırsanız ses tonundaki değişimi fark edersiniz); "tehlike geçti" işaretini verip kovanı yatıştırana kadar saniyede 500 vuruşluk bir dizi gerçekleştirirler.

Özellikle kraliçe arı çok zengin çeşitlilikte sese sahiptir

Yeni bir kraliçe yavruladığında yüksek perdeden cıvıldar, buna "ötme" ya da "çığırma" denir. Kız kardeşleri (hücrelerinde kıvrılmış durumda) bu sese vıraklama gibi bir sesle cevap verirler. Bu büyük bir hatadır: Bir kovanda sadece bir kraliçe olabilir. Yavrulayan kraliçe "vıraklamaları" rehber olarak kullanıp her birini avlar; hücrelerini yararak açar, sonra da ya öldürene kadar sokar ya da kafalarını koparır.

Arılar bacaklarını duymak için kullanır

Kovandaki ses "mesajları" titreşimin yoğunluğu sayesinde iletilir. Fakat, arıların antenleri üzerine yapılan son araştırmalar, "koklamak" için kullandıkları kimyasal reseptörler kadar, antenleri kaplayan kulak çeperi gibi levhaları da (bunlar "kulak" olabilir) kullandıklarını ortaya koymaktadır.

Bu, "sallanma dansı" sırasında diğer işçi arıların, antenleriyle neden dans eden arıların "sallanan" karınları yerine göğüslerine dokunduklarını açıklıyor - bal özüne götüren bilgileri görmekten ziyade duyuyorlar. Ne de olsa kovanın içi karanlık.

Arıların nasıl vızıldadığı daha tartışmalı

Son zamanlara kadar başlıca teori, yanlarında bulunan 14 ("solunum deliği" denen) nefes alma deliğini (aynen bir trompetçinin enstrümanının sesini dudaklarıyla kontrol etmesi gibi) ses çıkarmak için kullandıklarıydı.

California Üniversitesi'ndeki böcekbilimciler bu delikleri dikkatlice kapatarak bu teorinin yanlış olduğunu ispatladı. Delikler kapatıldıktan sonra da arılar hâlâ vızıldıyordu.

En son hipotez ise vızıldamanın kısmen kanatlardaki titreşimden kaynaklandığı ve göğsün bu sesi biraz güçlendirdiği yönünde. Bir arının kanadını koparmak sesin şiddeti ve yoğunluğunu değiştirse de vızıldamasını durdurmaz

İzafiyet Teorisi'ni kim neden buldu?

Einstein bulmadı. İzafiyet teorisi ilk kez 1632'de Galileo Galilei tarafından "Dünyanın Başlıca İki Sistemine Dair Diyalog" makalesinde dile getirildi.


İzafiyeti anlamak için, yerini aldığı teoriyi anlamamız gerekir. Bu teori, MÖ 4. yüzyılda Aristoteles tarafından doğru kabul edilen "eylemsizlik" teorisidir ve eylemsizliğin her nesnenin doğal hali olduğunu, bir nesne kendi haline bırakıldığında' ilk durumuna geri döneceğini belirtir. ..

İzafiyet teorisi, tüm nesnelerin hareketinin birbirlerinin hareketine bağlı olduğunu ve bir nesneyi "eylemsiz" olarak tanımlamanın sadece bir kabul olduğunu savunur. Bu teori şöyle devam eder: Bir nesnenin hızı da kesin olarak belirtilemez; sadece başka bir şeye "izafeten" belirtilebilir.

İtalyan gökbilimci ve filozof Galileo da modern fiziğin kurucularından biridir. O daha çok "Kopernik"in (ya da Aristarkos'un) Dünya'nın Güneş etrafında döndüğüne dair teorisini desteklemesiyle ünlüdür.

Katolik Kilisesi ona şiddetle cephe almıştır, fakat Galileo ilkeleri için fare dolu bir hücrede çürümemiştir. Cezasını çekmeye Siena Başpiskoposu'nun lüks evinde başlamış ve daha sonra rahat bir göz hapsi için Floransa yakınındaki villasına geri götürülmüştür. Katolik Kilisesi 1992'ye kadar Galileo'nun güneş sistemi hakkındaki görüşlerinin doğruluğunu kabul etmemiştir.

Galileo bu konuda haklı olabilir, fakat hatalar yapmaya da çok açıktır: Dünya'nın dönüşüyle ilgili en dikkat çekici iddiası, gelgitlere Dünya'nın kendi etrafındaki dönüşünün sebep olduğuydu. Akdeniz'de Kızıldeniz'den daha çok gelgit olduğunu gözlemlemiş ve bunu denizin, Dünya'nın dönüşüyle çalkalanmasına bağlamıştır; ayrıca Akdeniz'in, doğu-batı hizasında olduğu için daha güçlü hareket ettiğini savunmuştur.

Bu argüman, görgü tanığı gemicilerin ifadesiyle yalanlanmıştır. Gemiciler, Galileo'nun ileri sürdüğü gibi tek eğil, günde iki gelgit olduğunu işaret etmiştir. Galileo onlara inanmayı reddetmiştir.

Albert Einstein da Galileo'nun izafiyet teorisinde bazı hatalar olduğunu fark etmiştir, ya da daha ziyade özel durumlarda teori çökmüştür.

Einstein'ın 1905'teki On the Electrodynamics of Moving Bodies [Hareket Eden Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine] makalesi, Özel İzafiyet Teorisi'nden bahseden ilk çalışmadır ve burada, boşlukta ışık hızına yakın hareket eden cisimlerin garip özellikleri tarif edilir.

Özel teoriyi ağırlık gibi daha geniş ölçekli olaylara da uygulayan Genel İzafiyet Teorisi ise on yıl sonra, 1915'te yayımlandı..

Dünyanın Güneşin etrafında döndüğünü iddaa eden ilk kişi kimdir ?

Kopernik'ten tam 1800 yıl önce MÖ 310'da doğan Samoslu Aristarkos.

Aristarkos sadece yerküre ve gezegenlerin Güneş etrafında döndüğünü ortaya atmakla kalmamış, Dünya, Ay ve Güneş'in birbirlerine göre olan büyüklüklerini ve uzaklıklarını hesaplamış ve gökyüzünün küresel bir kubbe şeklinde değil neredeyse sonsuz genişlikte bir evren olduğunu keşfetmiştir. Ama onu dikkate alan olmamıştır.

Aristarkos yaşarken gökbilimciden çok matematikçi olarak tanınırdı. Onun hakkında İskenderiye Lisesi'nde okuduğu ve daha sonraları Romalı mimar Vitruvius'un belirttiği gibi "bilimin her dalında bilgili" bir adam olduğu dışında pek bir şey bilmiyoruz. Ayrıca yarıküre şeklindeki güneş saatini de o icat etmiştir.

Sadece bir çalışması günümüze ulaşabilmiştir: Güneş'in ve Ay'ın Büyüklük ve Mesafeleri Üzerine. Maalesef burada Güneş merkezli teorisinden bahsetmiyor. Bu teoriden, Arşimet'in, Aristarkos'un teorilerine muhalefet ettiği bir yazısındaki tek bir yorumundan dolayı haberdarız.

Kopernik kesinlikle Aristarkos'un farkındaydı, çünkü çığır açan eseri Göklerdeki Kürelerin Dönüşüne Dair'in elyazmalarında ondan saygıyla bahseder. Fakat kitap 1514'te basıldığında ileri görüşlü Yunanlarla ilgili kısımlar, muhtemelen kitabın özgünlük iddialarını sarsmasına kızan yayımcı tarafından çıkarılmıştır.

İyimserler daha uzun mu yaşarlar? iyimser insanlar çokmu yaşarlar?

Yapılan yeni bir araştırma iyimser olanlarımızın kalp hastalığına yakalanma ve erken ölme risklerinin düşük olduğunu gösteriyor. Pittsburgh Üniversitesi Tıp Merkezi'nde dahiliyeci olan Hillary Tindle'ın önderliğinde yapılan çalışmada araştırmacılar, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü'nün 1991'de başlattığı 15 yıllık bir kadın sağlığı araştırmasına katılan 50 yaş ve üstündeki toplam 97.253 kadından sekiz yıl boyunca toplanan verileri incelediler. Çalışmanın sonuçlarına göre iyimser kadınların kötümser olanlara göre kalp hastalığından ölme riski % 30, herhangi bir sebepten ölme riski ise % 14 daha düşük. Siyah ırktan kadınlara ilişkin sonuçlar daha da çarpıcı; onlar arasında iyimserlerin kalp hastalığından ölme riski % 38, herhangi bir sebepten ölme riski ise % 33 daha düşük.

..
Araştırmacılar bu bulguların bir sebep-sonuç ilişkisi değil sadece bir bağlantı gösterdiğini vurguluyorlar. Tindle, iyimser insanların daha uzun yaşamasının, bu insanların genel olarak daha sağlıklı, daha zayıf ve daha hareketli olmaları ve sigaraya daha az rağbet etmeleriyle ilgili olabileceğini söylüyor.

İyimser insanların doktorlarının verdiği diyet programlarına sıkı sıkıya uyma eğiliminde olduklarını gösteren bir araştırmayı referans gösteren Tindle, iyimserlerin sağlıklarıyla ilgili tavsiye almaya istekli olduklarını ve aldıkları tavsiyelere uymaya gayret ettiklerini düşünüyor. Ayrıca iyimserlerin çevrelerinin daha geniş ve sosyal ilişkilerinin daha güçlü olduğunu, bunun da kalp hastalıklarında bir risk faktörü olan kronik stresle daha kolay başa çıkmalarına yardım ediyor olabileceğini söylüyor.

Ancak Tindle, araştırma sonuçlarının kötümserlerin erken ölmeye mahkûm olduğu anlamına gelmediğini de ekliyor. Bunun sadece tek bir araştırma olduğunu ve sorunun temeline inebilmek için daha fazla araştırma yapılması gerektiğini belirtiyor

Zürafanın mı daha çok boyun kemiği vardır yoksa farenin mi?

İkisinin de yedi tane boyun omuru vardır. Deniz ayısı (manati) ve tembel hayvan dışındaki tüm memelilerde de bu böyledir. İki parmaklı tembel hayvanda altı boyun omuru olduğundan kafasını çevirmekte zorlanır.

Kuşlar tüylerini temizlerken kafalarını çok fazla çevirme ihtiyacı duydukları için memelilerden çok daha fazla boyun omurları vardır. ...

Baykuşların 14, ördeklerin 16 tane boyun omurları vardır, ama rekor 25 omurla sessiz kuğudadır.

Baykuşlar iddia edilenin aksine kafalarını 360 derece çeviremez, fakat 270 dereceye kadar çevirebilirler. Bu, fazladan omurlar ve kemiklerin birbirinden bağımsız hareket etmesini sağlayan özel bir kas yapısı sayesinde mümkün olabilmektedir.

Bu özellik, baykuşların gözlerini hareket ettirememesini telafi eder. Eğer görüş alanlarını değiştirmek isterlerse kafalarını çevirmek zorundadırlar.

Baykuşların gözleri dışa doğru çıkıktır, bu da nesneleri üç boyutlu görebilmelerine imkan veren dürbün görüşünü arttırır. Bu özellik gece avlanmak için zorunludur. Ayrıca mümkün olduğunca çok ışık alabilmek için gözleri oldukça büyüktür. Eğer bizim aynı ölçekte gözlerimiz olsaydı greyfurt büyüklüğünde olurdu.

Baykuşların gözleri daha da geniş bir retina oluşturabilmek için küre değil, boru biçimindedir. Alaca baykuşların gözleri ışığa bizim gözümüzden yüz kat daha duyarlıdır. Işık seviyesi bir mum ışığına düşürülse bile 500 metreden yerde fareyi görebilirler

Uzaya giden ilk hayvan hangisidir?

Meyve sineği. 1946 Temmuz'unda küçücük astronotlar bir miktar tahıl tohumuyla birlikte Amerikan V2 roketine bindirilip uzaya fırlatıldılar. Yüksek irtifada patlamanın radyasyon üzerine etkisini test etmeye alışkındılar.

Meyve sinekleri laboratuvarlar için idealdir. Bilinen insan hastalıkları genlerinin dörtte üçünün genetik kod karşılığı meyve sineklerinde bulunur. Onlar da geceleri uyur, narkoza benzer bir tepki verir ve en güzeli de çok çabuk ürerler. 15 günde yepyeni bir jenerasyon oluşturabilirsiniz.
.
Meyve sineğinden sonra yosun, sonra da maymun gönderildi

Uzay, "100 km yükseklikten sonra başlar" diye tarif edilir. Uzaya meyve sineğinden sonra ilk olarak yosun ve sonra da maymun gönderildi.

Uzaydaki ilk maymun 1949'da 134 km yüksekliğe ulaşan Albert II idi. Onun selefi Albert I bir yıl önce 100 km sınırına ulaşamadan boğularak can verdi. Maalesef Albert II de iniş sırasında roket kapsülündeki paraşütün açılmaması nedeniyle öldü.

Uzaydan bir maymunun sağlam dönebilmesi 1951'i buldu Albert VI ona eşlik eden 11 fareyle birlikte dönmeyi başardı (gerçi o da dönüşünden iki saat sonra öldü).

Genelde öncü uzay maymunları pek uzun ömürlü olmaz, fakat 1959'daki görevinden sonra 25 yıl yaşamış olan sincabımsı maymun Baker gurur verici bir istisnadır.

Ruslar köpekleri tercih etmiştir

Rusların yörüngeye gönderdiği ilk hayvan Sputnik 2'deki Laika'dir (1957). Laika uçuş sırasındaki sıcaklık stresinden dolayı öldü.

Uzaya 1961'de çıkan ilk insan Yuri Gagarin'den önce en az on köpek daha gönderilmişti. Bu köpeklerden altısı yaşamlarına devam etti.

Ruslar 1968'de uzayın derinliklerine de hayvan gönderdi. Bu hayvan bir Horsefield kaplumbağasıydı ve ayın yörüngesindeki ilk canlı varlık (aynı zamanda dünyanın en hızlı kaplumbağası) oldu.

Uzaya gönderilmiş olan diğer hayvanlar

Uzaya gönderilmiş olan diğer hayvanlar arasında şempanzeler (hiçbiri ölmemiştir), hintdomuzu, kurbağa, fare, kedi, eşekarısı, böcek, örümcek ve çok dayanıklı bir balık olan mummi-chog var. Japonların uzaya gönderdiği hayvanlar ise 1985'te yolladıkları on tane semenderdir.

2003'teki Kolombiya uzay mekiği faciasından sağ kurtulan tek canlı, enkaz altında bulunan mekiğin laboratuvarından çıkan nematod kurtlarıdır.

Kobay nedir ve ne için kullanılır?

Öğle yemeği için. Kobaylar ya da hintdomuzları artık neredeyse hiç deney hayvanı olarak kullanılmıyor, ama Perulular bunlardan her yıl yaklaşık 65 milyon adet tüketiyor. Ayrıca Kolombiya, Bolivya ve Ekvador'da da afiyetle yeniyorlar. En lezzetli yerleri tabii ki yanaklarıdır.

Laboratuvar hayvanlarının yüzde 99'u fare ve sıçanlardan oluşmaktadır ve tavşan ve tavuklar kobayların kendisinden çok daha fazla "kobay" olarak kullanılmaktadır.

Fare ve sıçanlar, genetik olarak daha kolay değiştirilebilirler ve 19. yüzyıl tıp araştırmalarının en çok tercih edilen kurbanları olan kobaylara nazaran çok daha çeşitli insan hastalığına model oluşturabilirler. 1890'larda difterinin antitoksini, kobaylar kullanılarak bulunmuş ve milyonlarca çocuğun hayatı kurtulmuştur.

Günümüzde kobayların kullanımları aşırı duyarlılık reaksiyonu çalışmalarında devam ediyor. Ayrıca beslenme araştırmalarında da kobaylardan faydalanılıyor, çünkü kobaylar (primatlar haricinde) C vitaminini kendileri sentezleyemeyen tek memelidir ve bu ihtiyaçlarını yiyecekler aracılığıyla karşılar.

Ortalama bir kobayın ağırlığı 250 gramla 700 gram arasında değişir, fakat Peru'daki La Molina Üniversitesi bir kiloluk kobaylar geliştirerek ihracat pazarında rağbet görmeyi umuyor. Eti az yağlı ve kolesterolü düşüktür, tadı tavşan etine benzer.

Peru'da hayvanların dumana ihtiyaçları olduğuna dair Andlar'dan gelen bir inanış gereği hayvanlar mutfakta tutulur. Ve Andlar'daki halk doktorları insanlardaki hastalıkları kobayları kullanarak ortaya çıkarır; bir kemirgen, hasta bir insanın üzerinde gezdirildiğinde hastalığın bulunduğu bölgede cıyaklayacağına inanılır. Peru'nun Cuzco şehrinin katedralinde Son Akşam Yemeği'ni tasvir eden bir tabloda İsa ve havarileri kızarmış kobay yemek üzereyken resmedilmiştir.

2003'te Venezüella'daki arkeologlar sekiz milyon yıl önce yaşamış olan kobay benzeri çok büyük bir yaratığın fosil kalıntılarını buldu. Phoberomys pattersoni bir inek büyüklüğünde ve ortalama evcil bir kobayın 1400 katı ağırlığındaydi.

İngilizcede kobaylar için kullanılan "guinea pig" teriminin nereden geldiğiniyse kimse bilmiyor. Fakat en olası açıklama, Güney Amerika'dan çıkıp Batı Afrika'daki Guinea limanı üzerinden Avrupa'ya geldikleridir..

Yeryüzünde en fazla oksijen üreten şey nedir?

Su yosunları. Su yosunlan fotosentezin atık maddesi olarak oksijen açığa çıkarır. Çıkardıkları net oksijen miktarı diğer tüm ağaçların ve kara bitkilerinin birlikte çıkardıklarından daha fazladır.

Ölü yosunlarsa petrol ve doğalgazın temel bileşenleridir.

Mavi-yeşil yosun ya da cyanobacteria (Yunanca kyanos - "koyu yeşilimsi mavi") 3,6 milyar yıllık fosillerle dünyanın bilinen en eski canlı varlığıdır.

Yosunların sınıflandırılması konusunda bitki ve bakteri arasında hep tereddüt ve kararsızlık olmuştur. Şimdi kati olarak Monera aleminin (Yunanca moneres - "tek" anlamına gelir, tek hücreli yapılar kastedilir) bakteri tarafındadırlar. ..

Spirulina ilgi artıyor

Bir tür yosun olan spirulina 4000 m2 alanda soya fasulyesinin ürettiğinden yirmi kat daha fazla protein üretir. Spirulina, yüzde 70 protein (dana etinde yüzde 22'dir), yüzde 5 yağ, yüzde sıfır kolesterol ve muazzam düzeyde vitamin ve mineral içerir. Bu yüzden spirulina püresinin popülaritesi her geçen gün artmaktadır.

Ayrıca bağışıklık sistemini de destekler, özellikle protein interferonların üretilmesi ve vücudun virüs ve tümör hücrelerine karşı ilk savunmasında etkilidir.

Spirulinanın beslenme ve sağlıkla ilgili faydaları yüzyıllar önce Aztekler, Sahra içlerindeki Afrikalılar ve flamingolar tarafından keşfedilmişti.

Gelecek için önemi, bu yosunun verimli olmayan topraklarda tuzlu su kullanımıyla (bu suyu da geri dönüştürerek) yetiştirilebilir olmasıdır.

Erozyona neden olmayan bir üründür, gübre ya da zirai ilaç gerektirmez ve havayı yetişen her şeyden çok daha fazla temizler

Mide ülseri nedir, sebebi nelerdir?

Stres ya da baharatlı yiyecekler değildir.

Yıllardır süregelen tıbbi tavsiyelerin aksine, mide ve bağırsak ülserinin stres ya da hayat tarzından değil, bir bakteriden kaynaklandığı anlaşılmaya başlandı.

Ülser hâlâ nispeten yaygındır, on insandan birinde ortaya çıkmaktadır. Ülser acı veren ve ölümcül olabilen bir hastalıktır. Napolyon da, James Joyce da mide ülserine bağlı sorunlardan ölmüştür.

Helicobacter

1980'lerin başında Barry Marshall ve Robin Warren isimli iki Avustralyalı patolojisi, gastrit ve ülseri olan insanların midelerinin alt kısmında tanımlanamayan bir bakterinin önceden kolonileştiğini fark etti. Bu bakteriyi yetiştirip Helicobacter pylori ismini verdiler ve üzerinde deneyler yapmaya başladılar. Bakterinin ortadan kaldırılmasının ülseri de tedavi ettiğini keşfettiler.

Bugün bile çoğu insan ülserin stresten kaynaklandığını zannediyor. Bu kanının tıbbi açıklaması, stresin mideye kan pompalanmasını engelleyerek koruyucu iç çeper sıvısı salgılanmasını azaltmasıydı. Bu durum dokuyu mide asidine maruz bırakarak gittikçe ülsere sebep oluyordu.

Marshall ve Warren'ın tezleri modern tıpta daha önce görülmemişti: Bir kabarcığa ya da yaraya benzeyen yaygın bir fizyolojik vaka, aslında bulaşıcı bir hastalık olabilir.

Marshall kendi kendisinin kobayı oldu.

Bir Petri kabı dolusu bakteri içti ve ciddi bir gastrit durumuyla karşı karşıya kaldı. Bu bakterinin ne durumda olduğuna dair kendisinde de­neyler yapıp midesinin bu bakteriyle dolu olduğunu gördü, kendini bir kür antibiyotikle tedavi etti. Yaygın tıbbi kabulün yanlışlığı kanıtlanmış oldu.

2005'te Marshall ve Warren azim ve ileri görüşlülükleri nedeniyle ödüllendirilerek Nobel Tıp Ödülü'ne layık görüldüler

Helicobacter pylori insan popülasyonunun yarısında ve gelişmekte olan ülkelerdeki insanların tamamında bulunuyor. Genelde çocuklukta bulaşıyor ve ömür boyu midede kalabiliryor. Bulaştığı insanların sadece yüzde 10-15'inde ülsere sebep olur.

Bunun neden olduğunu bilmiyoruz, ama nasıl tedavi edildiğini biliyoruz...

Penisilini kim nasıl ve nerede keşfetti?

Sir Alexander Fleming listenin çok çok altlarındadır...

Kuzey Afrika'nın Bedoin kabilesinin üyeleri bin yıldan fazla bir süredir eşek koşumlarının üzerindeki küfleri merhem yapımında kullanmaktadırlar.

1897'de Ernest Duchesne adında genç bir Fransız doktor, ahırcı Arap çocukların rutubetten küflenmiş semerleri, nasıl semer sıyrıklarını tedavi etmek için kullandıklarını gözlemleyerek bunu yeniden keşfetti.

Küfün Penicillium glaucum olduğunu saptadığı eksiksiz bir araştırma yaptı, küfü kobaylardaki tifo tedavisinde kullandı ve Ecoli bakterisi üzerindeki yıkıcı etkisini fark etti. Bu sonradan penisilin olarak adlandırılan şeyin neye yaradığının klinik olarak ilk test edilişiydi.

Bunu tez olarak sundu ve daha derin bir araştırmanın gerekliliğini ileri sürdü, fakat Institut Pasteur tezin teslimini bile kabul etmedi; belki de bu, Ernest Duchesne'nin henüz 23 yaşında ve tamamen silik bir öğrenci olmasından kaynaklanmıştı.

Araya askerlik hizmeti girdi ve 1912'de kimse bilmeden -sonraları kendi buluşunun tedavi edebileceği bir hastalık olan- tüberkülozdan öldü.

Bazıları aramadıkları şeyleri bulur.

ALEXANDER FLEMING

Kıymeti ölümünden çok sonra, Sir Alexander Fleming'in penisilinin antibiyotik etkisini yeniden keşfiyle aldığı Nobel Ödülü'nün beş yıl ardından, 1949'da anlaşıldı.

Fleming "penisilin" kelimesini 1929'da icat etti. Penicillium rubrum olarak tanımladığı bir tür, küfün antibiyotik özellikler gösterdiğini şans eseri fark etti. Aslında türleri karıştırdı. Bu küf seneler sonra Charles Thom tarafından, Penicillium notatum olarak doğru tanımlandı.

Küfün başlangıçta Penicillium olarak adlandırılmasının nedeni mikroskopla bakılınca spor üreten kollarının minicik boya fırçalarına benzetilmesiydi. Yazarların kullandığı fırçaların Latincesi Penicillum'dur ve İngilizcede kurşun kalem anlama na gelen "pencil" kelimesi de buradan gelir. Aslında, Penicillium notatum küf hücrelerinin korkunç bir şekilde çok daha fazla benzediği şey, insanın el kemikleridir.

İngiliz Stilton peyniri, rokfor, mavi Danimarka peyniri, Gorgonzola, Camambert peyniri, Limburger ve bri peynirleri penisilin içerir

Kanarya Adaları'nın ismi hangi hayvandan gelir?

Köpeklerden. Aslında kuşlar adaya değil, ada kanarya kuşlarına (bu kuşlar adanın yerlileriydi) ismini vermiştir.

Bu takımada adını, en büyük adasında bulunan hem vahşi hem de evcil çok miktardaki köpekten dolayı, Romalılar tarafından verilen "Köpek Adası" isminden (Insula Canana) almıştır.

Kanarya Adaları'nda Amerika'yı tehdit eden volkan ..

Kanarya Adaları'ndan Las Palmas Adası üzerindeki volkanın, adanın batı yarısında feci bir çöküşe sebep olabilecek ve Atlantik'i aşarak sekiz saat sonra ABD'nin doğu kıyısına otuz metrelik dalgalar halinde çarpan bir tsunamiye yol açabilecek potansiyele sahip olduğu söyleniyor.

"Kanarya Güreşi"nde rakipler terrero denen kumdan bir daire içinde karşı karşıya gelir. Amaç, rakibin ayakları dışında vücudunun herhangi bir yerini kuma değdirmektir. Vurmaya izin yoktur. Bu sporun ortaya çıkışı adaların İspanyollardan önceki yerli halkı Guanches'lere dayanmaktadır.

Islık dili okulda da öğretiliyor

Silbo Gomero (Gomera Islığı) Kanarya Adalarından Gomera'da derin vadiler arasında iletişim sağlamak için kullanılan ıslıklı bir dildir. Bu dili konuşanlar "silbador" olarak adlandırılır. Köken olarak Guanche dilinden gelmiş olsa da, o kadar iyi adapte olmuştur ki, modern silbadoçlar fiilen İspanyolca ıslık çalabilmektedir. Bu, Gomeralı okul çocukları için öğrenilmesi mecburi bir konudur.

Kanaryalar bir tür ispinozdur

Yüzyıllarca, İngiliz madencilik düzenlemeleri gaz kaçağı tespiti için madenlerde küçük bir kuş bulundurmayı zorunlu kılmıştır.

Kuşların bu şekilde kullanımı 1986'ya kadar sürmüş, bu ifade ise 1995'e kadar yasalardan kaldırılmamıştır. Bu uygulamanın altında, karbonmonoksit ve metan gibi zehirli gazların madencilerden önce kuşları öldüreceği mantığı yatmaktadır. Kanaryalar, çok öttükleri ve bu nedenle de sesleri kesilip yere yığıldıklarında daha kolay fark edilebilecekleri için daha çok tercih ediliyorlardı.

Sadece erkek kanaryalar öter; ayrıca telefonları ve diğer ev aygıtlarını taklit edebilirler. Çizgi film kahramanı Tweety bir kanaryadır.

Kanaryalar aslen benekli yeşilimsi-kahverengidir, fakat insanların 400 yıl boyunca melez ırk yetiştirmeleri sonucu kanaryaların bilindik sarı renkleri oluşmuştur. Kimse kırmızı bir kanarya yetiştirmemiştir, fakat kırmızıbiberle beslemek kanaryanın rengini turuncuya çevirir.

Londra'nın Köpekler Adası (isle of Dogs) sözde ilk defa 1588'de haritada yer almıştır: Belki de kraliyet köpeklerinin barındığı yer olduğu içindir, belki de sadece kötüleme ifadesidir. Kanarya Rıhtımı'nın orada bulunması tuhaf bir rastlantıdır

Yağmur damlasının şekili nasıldır?

Yağmur taneleri küre şeklindedir, gözyaşı şeklinde değildir.

Rulman ve kurşun gülle yapanlar düşen sıvıların bu özelliğini üretim süreçlerinde kullanır: Dökme kurşun çok yüksekten bir kalburdan geçirilerek soğuk suya damlatılır ve küre şeklini alır.

Gülle üretme kuleleri bu amaç için yapılırdı. Bu kulelerden biri 1951'deki İngiltere Festivali'ne kadar Londra'da Waterloo Köprüsü'nün yanında bulunmaktaydı.

Sadece 71 metre olan Baltimore'daki Phoenix Gülle Kulesi (hâlâ ayaktadır) İç Savaş'tan sonra Washington Anıtı yapılana kadar ABD'nin en yüksek binasıydi...

Şampanya neden köpürür ve köpürmesinin nedeni nedir ?

Şampanyayı karbondioksit değil, pislik köpürtür. ..

Tamamen pürüzsüz ve temiz bir kadehte karbondioksit molekülleri görünmez bir şekilde buharlaşır, bu yüzden uzun zamandır kabarcıkların oluşmasına neden olan şeyin bardaktaki küçük kusurlar olduğu varsayılırdı.

Fakat yeni fotoğraf teknikleri bardaktaki iz ve pürüzlerin bu kabarcıkların sürekli asılı kalmalarına yetecek boyutta olmadığım gösterdi: Bardakta kabarcıkların oluşmasına neden olan şey, bardağın içindeki mikroskobik toz ve tüy parçacıklarıdır.

Teknik olarak, kadehteki kir/toz/tüy çözünmüş karbondioksitin yoğunlaşmasını sağlayan çekirdekler olarak iş görür.

Moet ve Chandon'a göre, ortalama bir şampanya şişesinde 250 milyon kabarcık vardır.

Çehov'un son sözleri "Uzun süredir şampanya içmedim" olmuştur.

Dönemin Alman tıp geleneğine göre, hiçbir umut kalmadığında doktor hastaya bir kadeh şampanya ikram ederdi

Dünyanın en küçük köpeği hangisidir?

Kayda geçmiş en küçük köpek Blackburn'den Arthur Marples'a ait Yorkshire teriyeridir. Bu köpek omuzdan 6,5 cm boyunda, burun ucundan kuyruk ucuna kadarsa 9,5 cm uzunluğunda, 113 gr ağırlığındaydı. 1945'te ölmüştür.

Genelde dünyadaki en küçük köpek cinsinin chihuahua olduğu söylenir. Bununla birlikte, Guinness Rekorlar Kitabı'na göre yaşayan en küçük köpek rekoru tek bir cinsin elinde değildir.

Enine mi, boyuna mı?

Bu, "en küçük"ten ne kastettiğinize bağlıdır. Mevcut rekor, chihuahua (uzunlukça en kısa) ile Yorkshire teriyeri (boyca en kısa) arasında paylaşılmış durumdadır.

Bu Yorkshire teriyeri, Whitney, Shoeburyness, Essex'te yaşamaktadır ve boyu omuza kadar 7,3 cm'dır. Danka Kordak Slovakia isimli chihuahua ise 18,8 cm uzunluğundadır ve Slovakya'da yaşamaktadır.

Tüm köpek türlerinin kökeni gri kurt

400'den fazla köpek türü vardır ve hepsi aynı cinse dahildir. Herhangi bir tür köpek herhangi bir türle çiftleştirilebilir. Dünyadaki başka hiçbir yaratık şekil ve boyut olarak bu kadar geniş bir çeşitlilik göstermez. Kimse bunun nedenini bilmiyor.

Köpeklerdeki bu benzersiz çeşitlilikte insan müdahalesinin payı büyüktür, fakat asıl muamma, tüm köpek türlerinin köken olarak gri kurtlardan gelmesidir.

Doberman pinscherları; Alman pinscherı, Rottweiler, Manchester teriyeri ve muhtemelen av köpeği (pointer) kırması olarak sadece 35 yılda oluşturulmuştur; bu da evrim sürecinin binlerce hatta bazen milyonlarca yıl süreceğini söyleyen Darwin'in evrim teorisine tezat oluşturur.

Bilinmeyen bir nedenle, köpekler melez bir tür meydana getirmek için çiftleştirildiklerinde, çiftleşen iki tür arasında ortalama bir sonuç almak yerine çoğu zaman hiç beklenmedik bir sonuçla karşılaşılır. Bu yeni "tür" yine başka türlerle çiftleşerek üreme yetisini sürdürür.

Chihuahua köpeğinin adı Meksika'daki bir eyaletten gelir, çünkü bu köpeğin oranın yerlisi olduğuna inanılıyordu (Toltek ve Aztek sanatına dayanarak). Fakat bu inanışı destekleyen hiçbir arkeolojik kanıt yoktur ve artık resimlerde tasvir edilenin büyük bir olasılıkla bir tür kemirgen olduğu düşünülmektedir.

Büyük olasılıkla bu cinsin ataları İspanyol tüccarlar tarafından, hayvan ve bitkilerin büyümelerini engelleme uygulamalarının uzun bir geçmişe dayandığı Çin'den getirilmişti.

Meksika'da chihuahua peyniri çok yaygındır, ama peynirin adı köpekten değil şehirden gelmektedir

Atlas omuzların neyi taşımaktadır?

Dünyayı değil gökkubbeyi taşır.
Titanlar Olimposlulara karşı isyan edince Zeus, Atlas'ı gökyüzünü taşıma cezasına çarptırdı. Bununla birlikte, Atlas çoğunlukla küre şeklinde bir şey taşırken tasvir edilir, en mükemmeli de Flaman Mercator'un toplu halde yayınlanan haritalarının kapağında kullanılanıdır.

Daha yakından bakılırsa bu kürenin aslında Dünya değil, gökkubbe olduğu görülecektir. Ayrıca Mercator, kitabının adını Titan'dan değil, ilk kez "göksel" küreyi ("yerküre"nin aksine) ürettiği kabul edilen (dağlara da adını vermiş olan) efsanevi filozof, Moritanya Kralı Atlas'tan almıştır.

Bu kitap, Mercator'un Atlası olarak tanındı ve bu isim daha sonraki herhangi bir harita kitabı için de kullanıldı.

Bir ayakkabı tamircisinin oğlu olan Gerard Mercator, 1512'de doğduğunda adı Gerard Kremer'di. Soyadı Flaman dilinde "pazar" anlamına geliyordu, bu yüzden soyadını Latinleştirip "pazarcı" anlamına gelen Mercator yaptı.

Mercator modern haritacılığın babasıdır ve tabii tüm zamanların en önde gelen Belçikalısıdır.

Mercator'un ünlü 1569 izdüşüm haritası -ki bu dünyayı enlem ve boylamların düz çizgileriyle kusursuz bir şekilde haritaya aktarma konusundaki ilk denemedir- çoğu insan için hâlâ "dünya"nın en inandırıcı görünüşü olmaya devam ediyor. Daha da önemlisi, ilk defa yanlışsız konum ve rota belirlemeye imkan vererek Keşif Çağı'nın bilimsel temelini oluşturmuştur.

Bazı biçim çarpıklıkları nedeniyle Mercator'un izdüşümü artık haritalarda ve atlaslarda çok seyrek kullanılıyor: 1989'da önde gelen ABD'li harita bilimi kurumları bu izdüşümün kullanımdan tamamen kaldırılması gerektiğini açıkladı.



İlginçtir ki, bu açıklama, NASA'nın, Mercator'un izdüşüm; yöntemini Mars'ın haritasını çıkarmak için kullanmasını engellemedi
+